Seyahat Notları VI – VII – VIII / TARİH ÇAĞIRIRSA KADERİNDİR

SEYAHAT NOTLARI VI.

BALKANLAR: KİMLİKLERİNE TUTUNMUŞ İNSANLARIN ÜLKESİ

Bosna’dan Belgrad’a gidişimiz Foça ve Tuzla gibi adlarıyla bizi şaşırtan yerleşimler üzerinden oluyor. Sırbistan sınırında, gezdiğimiz bütün Balkan ülkelerinin en sevimsiz muamelesine maruz kalıyoruz. Gezi yolumuzla alay edercesine “Macaristan’a da gidin” diyen asık suratlı memur, kafamızdaki Müslüman kasabı Sırp figürünün yirmi yıl geride kalmadığı düşüncesini pekiştiriyor. Sırbistan Bosna’ya muadil gelişmişlikte. Fakat parası Denar Euro karşısında 120 kat küçük. Bosna Mark’ı ise iki kat küçük.    Sırbistan bütün dağlık Balkanlar içinde düzlük bir alana sahip. Baştan sona mısır tarlalarıyla dolu. Domatesi de ün kazanmış. Bayburt markalı tesisler Sırbistan’ın bize sürprizi oldu. Sırbistan’da Makedonya sınırı ile Bosna sınırında bulunan Müslüman yerleşimler dışında İslam emaresi silinmiş. Osmanlı Türk varlığı adeta kazınmış.  Geceyi Belgrad’da Tuna kıyısında konaklayarak geçirdik. Tuna boyunca yemyeşil, göl Eda’sıyla durgun. Sabah Tuna nehri boyunca yürüyüş yaparken içimde canlanan Tuna öyküleri bugünkü Belgrada ne kadar da yabancı. Bugünkü Belgrad eğlence ve gezinti için tasarlanmış bir Sırp şehri. Yüzyılın başında İslam olan pek çok şehir gibi Belgrad da bu açıdan kurutulmuş. Eski şehir dedikleri İstiklal Caddesini andıran yolda bu tabloyu rahatça görebilirsiniz. Türkiye’de tartışma konusu olan, Melih Gökçek’in “Öyle sanatın içine tüküreyim” dediği heykel sanatının örnekleriyle dolu Belgrad parkları. Bosna, Sırp saldırılarının izini taşıyan binalara dokunmamış, koruyor. Sırplar ise NATO saldırılarının olduğu alanları korumaya almış. Bosna kendi halinde yaşarken Sırbistan huzursuz bir ülke.

Tuna ve Sava nehirlerinin tam kesiştiği noktada kurulu Belgrad kalesi içinde kurulmuş Restaurant ve Kafe, dingin bir Tuna görüntüsü önünde dinlenmeye imkan veriyor. Tuna ilginç bir nehir. Sanki akmayan, duran bir su. “Tuna nehri akmam diyor” sözüyle ne denmek istendiğini ancak Tuna’yı görünce anlayabiliyorsunuz.

Preşova’da misafir olduğumuz Müslüman aile “Sırbistan’da Müslüman olmak bildiğiniz türden bir zorluk değil” diyor. Bizim sadece bir günlük macerada yaşadıklarımız düşmanlık bakımından doz aşımı yapmış, bize fazlasıyla yetmişken, onlara hak vermemek mümkün değil.

Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülke ve bölgelerin hiç birisinde Hristiyan halkın üzerinde en ufak bir kimlik baskısı görmedik. Oysa diğer ülkelerde psikolojik olan baskı Sırbistan’da fiili hal alıyor. Sırf Türk plakası taşıdığı için aracımızı durduran Sırp polisinin “Turkiya!” ünlemesi bile kulaklarımda epeyce çınlayacağa benzer.

Hırvatistan’da ise tersini yaşamıştık: 50 olan hız sınırını aştığım için durduran polis Türk olduğumuzu görünce “Ben Boşnak Müslümanım, sizi bırakıyorum, ama hız yapmayın” demişti. Adı Nermin’di. Nermin adı aldatmasın, erkekti. Bölgenin en güzel yönü ise genç kuşağın genellikle Türkçe bilmesi. Sebebi ise Türk dizileri imiş!    İşte Rumeli, böyle, kimliklerine sarılmış insanların ülkesi. Kimliklerine tutunmuş ve ayakta kalma mücadelesi veren gariban insanlar… Aslında bir planlı oyunun içinde tüketilen kader kurbanları olmaya, kimliklerine sarılarak direnmeye çalışan insanlar var burada.     Kişilerin ve kişiliklerin önünde yok olup eridiği kimlikler mücadelesi sürüyor. Bireyci Avrupa’da toplumcu yalama zorlanmış insanlar. Kimliklerinin Kalkan’ına sarılmışlar. Faşizm tam da bunu ister. Kimlik mücadelesi, kan kokusu gibi bir şey emperyalist vampirler için.    Siyasetlerinin bu yapısını dışa vuran edebiyat eserleri de bize bir şeyler anlatabilir aslında.  Şu Rumeli topraklarında her şehirde bir Anadolu kentinin dokusunu, her fertte Anadolu insanının bir kokusunu buluyorsunuz aslında.       Ne varsa bizde, yansısı burada. Ne varsa burada, yankısı bizde…  “Dürülür çün kamu defterleri tomâr gibi/ Dehr sultânlarının defter ü dîvânına yûf … /Bu cihân beglerinin ehl-i kemâle dâyim /Kuru tahsînine vü etdigi ihsânına yûf” Şu mısraların sahibi bizim âsî ruhlu Nesimi’nin isyankâr yoldaşı Usulî, bizim çağdaş Bolşeviklerin güncel “yuf yuf” türkülerinin menşei imiş meğer. Usulî, Vardar Yenicesi’nden.

Türkiye’den Balkanların çalkantılı yakın siyasi tarihine, etnik ve ekonomik sorunlarına ilişkin az eser görebildik. Bosna dramı yaşanmadan çok önce bizler, ancak ‘Drina Köprüsü’nü bulabilirdik okuyacak. Yazarı Ivo Andriç bir Sırp’tı, Müslümanlara ilişkin olumsuzluklarla doluydu yapıtı, ama hayatın içinden gerçekçi geleneksel değerleri yansıtması bizi etkilemişti. Eh, Nobel edebiyat ödülü almak için Türklere olumsuz yaklaşmak yetmez, edebi değerin de olacak!           Drina Köprüsü en masumu. Bütün bu olumsuz kültürel beslemeler, Sırp katliamlarını hoş görecek, en azından geç görecek bir kültürel altyapı hazırlamış olabilir Avrupa’da.

Yine bu topraklardan Aleksandre Hemon’un ‘Lazarus Projesi’ni hatırlıyorum. Göçmenlerin belirsiz kaderlerinin şekillenişini komik bir dille anlatıyordu, okumayı yarım bıraktığım, güzel bir eserdi.

Buralardan okuduğum, “Okumadığınız İçin teşekkürler” kitabıyla Hırvat yazar Dubravka Ugresiç vardı bir de. Konusu en sevdiğim şeydi; ‘kitap’tı. Liberal kapitalizmde sektöre dönüşen kitapçılığın, yayıncıdan başlayıp okura uzanan yolda işlediği ‘insanlık dışı niyetleri ve eylemleri’ öylesine sergiliyordu ki okurken lanetliyorsunuz. Kitaptan kafamda kalan “Süpermarkete dönen kitapçılar” özet anlatımı var. Sosyalizmin elinde uzun yıllar kaldıktan sonra vahşi kapitalizmin dişlerinde çiğnenen bu topraklardan da ‘antikapitalizm’ ürün vermeyecekse, küresel sömürge düzenine tepki nerden çıkacak?

Günter Gross’u da eklersem Balkanlardan aklımda başka bir yazar yok. Oysa çok canlı bir kültür dünyası var Balkan ülkelerinin. Eğer ben atlamadıysam, bize yansıyan çok sayıda eser yok. Yansıyan eserler de siyasi amaçla seçilmişe benziyor. Bu, kanaatimce Rumeli edebiyatını doğru yansıtmaktan uzak; çarpık, yetersiz ve yanlış bir kültürel ilişki düzeyini gösteriyor. Elbette ve kesinlikle Aliya’mızı ayrı tutuyorum… Balkanlar’ın bu çetrefilli tarihi, girift ilişkileri ve siyasete yansımayan en az bizim kadar hoşgörülü hayatı bir güce yaşlanmadan ayakta duramayacak biçimde tasarlanmış. Bu küçük devletler asla tek başlarına ayakta kalamazlar. Gördüğüm kadarıyla, gezdiğim sekiz devlette de Alman ağırlığı var. İktidarları belirleyecek kadar etkinler.  Avrupa’nın ağalığını yapan Almanya Balkanlar’ın bugünkü efendisi ise, yaşanan karışıklıklar da ondan müstağni değildi demek ki. Ve işte Türkiye’nin tarihi ve doğal etkinlik alanı olan Balkanlar’da yine Almanlarla karşı karşıyayız.  Durum bu.

Yarın Makedonya’dayız.

Yani dönüş yolunda…

SEYAHAT NOTLARI VII.

NE ZAMAN ŞU HİLALİN ÜSTÜNE DİKERLERSE…

Bu sabah Vardar Ovasında akan coşkun suların kaynağına kadar tırmanıp, su sesinin çağladığı gözelerin musikisi eşliğinde kahvaltımızı yaptık.

Ardından Üsküp Büyükelçiliğinde, Büyükelçimiz Sayın Tülin Erkal Kara Hanımefendinin nazik kabulü üzerine derin bir Makedonya-Üsküp sohbetine kaptırdık kendimizi. Dışişlerinin monşerleri gibi değil Milletin bir ferdi gibi yürüttüğü elçilik görevinden, Üsküpte kime sorsak memnundu ve sitayişkar biçimde sözü ediliyor. Başta Makedonya Anayasa Mahkemesi Üyesi Salih Murad. Salih Murad bize Makedonya Türkleri hakkında açıklayıcı bilgiler aktardı.

Ve Üsküp’te, Makedonya gezimiz başlıyor.

Üsküp Mustafa Paşa Camiinde, Cuma namazında, yakıcı sıcakta bahçesine sığmayan müminlerin, iltica eder gibi aktıkları mabetlerinde, Rablerine tevekküllerine şahit olduk. Camide tanıştığımız Türk Demokrat Milletvekili Yusuf Hasani’den 36 Türk milletvekili olduğunu öğrendik. Hasani, “Burada fitne büyük, diyor, sadece Türkler üçe bölünmüş durumda.” Daha kötü bir haberim var: Türk halkı Müslüman diğer halklarla -ki çoğu Arnavut- birlikte yaşarken Türk milletvekilleri Hristiyan Makedon siyasilerle ittifak halinde devam ediyor. Bu siyasi temsildeki çarpıklık, güdümlü siyasal elite işaret ediyor ki Makedon Müslümanları çok çile bekliyor demektir.

Bu izlenimler sonucunda Türkiye’nin sürdürdüğü gibi sadece Türk olanları değil tüm Müslüman unsurları kuşatan bir siyasete dönmesinin bölgenin kaderi açısından hayati önem taşıdığı kanaatine ulaştım. “Osmanlı”dan bu beklenir.        Yahya Kemal’in ‘kaybolan Şehri’ni adımlıyoruz. Koybolan tarihini arayan çocuklar gibiyiz Üsküp’te.            “Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,/ Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.” Üsküp!  Şuara Tezkirelerine konu olan kaç şehir var Üsküp gibi. 19 büyük Divan Şairi ile koca imparatorluğun şehirlerinden 16. sırada bulunmak ne demektir? Başka değil, Üsküp biziz demektir. Biziz de, Yahya Kemal’in benzettiği kadar var: Bursa mı burası?

‘Makedonya’nın kalbi’nde tarih ve kültür atlası bir şehir Üsküp. Göğsünü yaran Vardar Nehri, Vardar Ovasına bereket olurken “Kazanamadım başlık parası” türkülerini bizim ellerde söyletir.

İskender Makedonyalıysa, çözemese de kestiği, bizim Polatlı’da Kral olan eşek kulaklı Midas’ın babası Gordios tarafından atılan efsanevi Gordion Düğümü öyküsü bizim oradadır.

Üsküp’te Vardar Nehri’nin bir tarafı âbât diğer yanı berbât. Bakımsız bırakılan yerler Müslüman muhiti. Bu, aynı zamanda Makedonya için de gözlemimiz. Hristiyan nüfus yoğun olan Doğu Makedonya yatırımları toplarken Müslüman nüfus yoğun olan Batı Makedonya fakirliğin pençesinde kıvranıyor. Bir hane yok ki reisi veya oğlu gurbette ekmeğini arıyor olmasın. Demek ki Dünya’yı yönetenlerle Üsküp yönetimi benzer anlayıştalar. Yani, Makedon liderlerin tasması batılı büyük devletlerin; Almanya ve ABD’nin elinde.

Yeni Üsküp heykellerle dolu. 2 bin heykel olduğu söyleniyor. Halk fakirlik içindeyken bu kadar heykel! Zaten bu kadar çok olunca heykel kıymeti de azalıyor. Elbette Makedonya devletinin “bizim de tarihimiz var, büyük insanlar yetiştirdik, biz de bir uygarlığız” demek için bir kendini ispat kompleksi içinde abartılı davrandığı aşikar.

Tarihi Taş Köprümüzü gölgede bırakıp kaybetmek için Yanyana dört köprü daha yapmışlar. Tito döneminde yıkılan camimizin yerine bir Dini liderin heykeli yapılmış. Köprü üzerinde Sultan Iı. Murat’ın namaz kıldığı mihrabın ise yıktıktan sonra tepkiler üzerine yeniden yapmak zorunda kalmışlar.

Halkın bu denli Hıristiyanlar lehine dengesiz kalkınması ile bu sosyo-ekonomik farklılaşmanın sonucu ‘patlama’dan başka ne olabilir? Sonra da “saldırgan Müslümanlar!..” öyle mi? Bu gidiş, gidiş değil. Yakın zaman için yeni bir iç savaşın kokularını aldığımızı söyleyebiliriz. Balkanlar’ın en zayıf halkası Makedonya. Patlarsa buradan patlar.

Zaten Üsküp’e özel bir önem verdiği belli Batı’nın. Burada ABD Büyükelçiliği bir elçilikten öte. Uzay üssü gibi. Yeraltı binaları ve kale arkasına kadar giden tünelleri konuşuluyor halk arasında. Sadece yer üstünde 340 çalışanı var. Yeraltında binleri buluyor. Ve Makedonlar yer altına alınmıyor. Bunlar, sokakta konuşulan bilgiler. O kadar aleni. Belli ki bölgeye buradan yön veriyorlar.

Üsküp’ün orta yerindeki tepeye dev bir haç dikmiş önceki Başbakan. Her yerden görünen bu haç gerçek Üsküp’ü yansıtmaktan uzak halbuki. Nerede bu kamusal alan, laiklik ilkesi demeden demiyor insan. “Üsküp’e geldiğimde İstanbul’a gelmiş gibi oluyorum” demiş önceki Başbakanları. Haçı Dikme sebebi buymuş. Anlatılır ki Bosna’da Hun Tepesi’ne Sırplar dev bir haç diktiğinde gençler “şu haçı tepelerine indirelim mi?” demişler Aliya’ya. Aliya “Bekleyin, gece olsun bir” demiş. Gece toplanan gençlere gökten parıldayan Hilal’i göstererek “Ne zaman bu Hilal’in üstüne asarlarsa Haçı, o zaman indiririz” demiş. Hani, biraz züğürt tesellisi ise de, bu bilgece cevap biraz da Üsküp’e lazım. Bizim Usturga’mız Struga, Yugoslavya’dan beri bir Şiir Başkenti iken daha bir on yıldır Türk Şairleri ağırlıyor. Drim Köprüsü’nün esintisi altında şiir gibi bir tabiatın kuşattığı Struga’da dünya ne kadar güzel görünüyor. Struga görülmeye değer bir Makedon k bir. Miladinov kardeşlerin Makedon edebiyatına can verdiği bereketli topraklar…  Kocacık Köyü Atatürk’ün baba tarafından dedesinin evini barındırıyor. Halveti Dergahı, tipik Trakya dini yaşamından bir görüntü veriyor. Yahya Kemal müzesini barındıran bir kentten bu kadar uzak olmak doğal mıydı? Yabancıyız işte.  Hiç avunmayalım Anadolu özüne dönüyor diye. “Sırtüstü uzanınca haritaya ayaklarımız dışarda kalıyor”sa, hala, hiç olmazsa kültürel açıdan kendimizin sınırlarına ulaşamamışız.      Kendimize yabancıyız.      Pelister Dağı’na sırtını dayamış Manastır, gözyaşımız olmuş burada. Türk adıyla bir dernek kurulamıyor artık. Son Türk derneği, İskeçe Türk Birliği de kapatılalı on yılı geçti. Müjdat Kahve dostumuzun haber verdiği Genç Kalemler Derneği çalışması bir umut ışığı oldu. Genç Kalemler Atatürk’ün gençliğinde çıkardığı derginin adı.  Manastırda yüzyılın başında yüzde ellinin üstünde olan Müslüman Türkler bugün yüzde beş kalmamış. Zulümleri, elbette birgün yüzüstü kapanacakları sonlarını çağıracak. Her cinayetleri bir zafer çağrısı olacak. Adalet önlenemeyen bir akıbettir. Şansları yok. Budalaca, hırslarıyla oyalansınlar bir zaman. Elbette yenilecekler!  Ve sıra sıra İçtib, Radoviç… Yörük yerleşimleri burada dağların eteklerinde tarihi camilerimizi barındırıyor. Tıpkı Tetovo adını taşıyan Kalkandelen gibi. Kalkandelen’e gelirseniz buraya özgü dondurmasını yemelisiniz. Bize durmak yok. Der ya türkümüz: “Çıkayım gideyim Urumeli’ne,/Arz-ı Hal vereyim Beylerbeyi’ne” Beylerbeyi yok artık. Fakat Rodoplara sırtını yaslamış, çil çil dizili kubbeleriyle Türk köyleri halen oradalar.

Modern Makedonya’nın Gostivar’ında başlamıştık güne. Şirin bir Müslüman beldesi. Gostiv, Makedon dilinde ‘misafir’ demek, Gostivar Misafirperver. Misafir’i olduğumuz Mevluddin ve Florina’yı Türkiye’de okudukları dönemden tanıyoruz. Florina, Arnavut asıllı Mülkiye mezunu 5 dil bilen pırıl pırıl bir genç kadın.  Manastır’ın altında bir kasaba’nın adı aslında. Florinalı Şair Necati Cumalı’yı da analım: “Tapınaklarda çaktılar çarmıhları/Elleri kanlı camilerden çıktılar/Kalem kırdılar yargı yerlerinde/Peygamberlerini dinlemediler/ �Kudurgan dalgalar/ Tekneleri yutar denizlerde/ Çöllerden esen yeller/ Ekinleri kurutur/ Bil ki umut yeşildedir/Yenilmeyen yeşilde” Buralar, yemyeşil… Güleryüzlü ve candan ilgisiyle bizi mesrur eden Florina’nın eşi Mevluddin Makedonyalı. Makedonya’nın yüzde 30’u Müslüman bugün. Ankara İlahiyat mezunu. İslamofobia’nın Avrupa üssü Avusturya’da din görevlisi. Böyle çok kültürlü, çoklu etnik yapı içinde dünyaya beş dille bağlanan birileri ‘dar görüşlü’ olabilir mi? Bir ara arabamızda bulunanların kaç dil bildiğini hesapladık. 6 kişi 21 dil biliyordu toplamda. Mevluddin Mustafa, abisi Harun ailesiyle birlikte bize Anadolu misafirperverliğini fazlasıyla tattırdılar. Gezimize eşlik eden Mevlüddin ve Florina’nın doyumsuz tadıyla hatırlayacağımız 3 yaşındaki kızları Berina, Hayatında denize ilk Osman amcasının kucağında girmiş oldu. Burası onlarla ayrılacağımız yer. Kızlarım bir haftalık bu yakınlıktan sonra gözyaşlarını tutamıyorlar. Ev sahipliğinin bu derecesini teşekkürle anıyoruz. Bir de şu ilginç durumu yansıtmalıyım: Bu Arnavut ailenin babası Makedonya, annesi Sırbistan, kızları Hırvatistan vatandaşı. Bölgenin ahvali anlaşılabiliyor mu? Balkanlar bize öğretti ki Müslümanlar başka dünyaların da varlığına açılmalı. Kovduğu skolastik düşünceleri kendisinin kaderi kılmamalı. En güzeli bizim rengimiz olsa da, buralar öylesine renkli ki… Gözünü aç, başka dünyalar da var, diyor insana.

SEYAHAT NOTLARI VIII.

TARİH ÇAĞIRIRSA DURAMAZSINIZ: “ÇIKAYIM, GİDEYİM URUMELİ’NE”

Yedi gündür Rumeli ve Balkanlar seyahatindeyiz. Beşbin km yol katederek sekiz ülkede bulunduk. Tarihimizde, Yaklaşık aynı dönemde gerçekleşen Tehcir ve Mübadele ile Anadolu’da demografik yapı değişmese idi bugün parçası olduğu coğrafyanın benzer nüfus etnik ve dini yapısını taşıyan Anadolu’nun da, Ortadoğu ve Balkanlar gibi içinden çıkılmaz bir kaos ve kargaşa içinde olacağı rahatlıkla öngörülebilir.

İşte anlayamadığım bu: savaş sonrası taraflar devlet kurduğu halde nüfus değişimi niçin yapılmadı? Böylece oluşturulan ortamda baba katilinin ailesi ile birlikte nasıl yaşayabiliyor insanlar? Ya da ne kadar daha yaşayabilecekler böyle? Böyle olunca Serebrenitza Bosna’nın ama Hıristiyan halka ait hale gelmiş Çünkü Müslümanlar ya katledilmiş, ya da sağ kalanlar terk etmiş! Hayır, olması gereken bu değildi. Süreç müslümanların Hesabına işlemesin diye plan yapılıyor. Ve asla Müslümanların lehine yürümesine izin verilmiyor.

Türkiye’nin kuruluşunda olduğu gibi yapılmalıydı ki sağlıklı ve kalıcı barış olabilsin. Ama istemediler. O zaman Avrupa’da Müslüman ve Türk bir coğrafya çıkardı ortaya. Oysa, güya savaşı durduran kompradorların amaçları başkaydı. Sınırları özellikle Müslümanların huzursuz yaşayacağı ya da kendilerine muhtaç olacağı biçimde çizdiler. Erime, o nedenle devam ediyor. Burada siyasi güç her şey demek. Ve Almanya Kosova, Bosna, Makedonya’dan sonra görüyoruz ki Yunanistan’da da güçlü.

Dönüş yolunda Trakya’dayız yeniden. Burası mübadeleye konu oldu. Selanik ve Kavala Türklerden boşaltıldı. İstanbul hariç Anadolu Rumlar’ı buralara gönderildi.  Tahinli kurabiyesiyle hala soframızda duran Kavala, burası. Ürgüp Rumlar’ı Kavala’ya yerleştirilmiş. Şimdi Kanuni Süleyman eseri olan kalede Yunan bayrağı, kemerlerin önünde Türklerin Kuzey Kıbrıs’taki Rumlar’ı katlettiği propagandaları var. Bu kanlı resmedilen tablo ile yapılan iftirayı görünce Kavala’da kahvaltı fikrinden vazgeçtik.

Kavala, panoramik görüntüsü hoş bir sahil kenti. Plajları yanında Küçük Limanlarda özel yatlar ve balıkçı tekneleri ile Bodrum izlenimi veriyor. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı Osmanlı’ya ilk isyan eden paşa olduğu için “Kral Mehmet” diye yüceltiyorlar.

Kavala’nın arka sırtlarında, dağa bel vermiş Drama duruyor. Drama Köprüsü’nden geçmek gerek. Öyküsü şöyle: Burada askerlik yapan Debreli Hasan, askere eziyet eden komutanını dayanamaz vurur, sonra da kanundan kaçarak dağa çıkar. Pişmandır ama yapacak bir şey yoktur. Zengin Hristiyanlardan eşkiyalıkla paralarını alıp fakir Müslümanlara dağıtmaya başlar. Bu zengin Hristiyanlardan topladığı parayla bir de köprü yaptırır: Drama Köprüsü. Bu Türk Robin Hood’unun hikayesi, Debreli Hasan’a yakılan “Drama Köprüsü Bre Hasan” türküsünde yaşar halen:  “Mezar taşlarını koyun mu sandın/ Adam öldürmeyi oyun mu sandın/ Drama mahpusunu köyün mü sandın/At martini Debreli Hasan dağlar inlesin/ Drama mahpusunda da Hasan namın yürüsün”

Ege’yi çağrıştıran sahil yolu boyunca Batı Trakya’da işte böyle yanık yiğitlik sesleri içinizde yankılanarak yol sürüyorsunuz. Trakya içlerine doğru ilerledikçe, yollar boyu atlarına, kağnılarına binmiş savaştan kaçan kadınlar, yaşlılar, çocuklar canlanıyor milyonlarla… Dramlar, acılar, viraneler… Tarih sizi içine doğru çekiyor.

Tarihe bakmak gerekli, fakat biraz geriye, Batıya dönelim; Selanik’i unutmayalım. Doğu Selanik, Mustafa Kemal’in doğduğu evi barındırıyor. Selanik sahile doğru geniş bir düzlüğü dolduran ferah ve kalabalık bir kent. Modern bir hayat karşılıyor sizi. Sahil yolu gezinti yapan halk ve onlara Pazar açan seyyar satıcılarla dolu. Park içinde ulusal kahraman saydıkları insanların heykelleri.  Selanik’i gece gezmeyi tercih ettik. Kanuni’nin Beyaz kulesi ve Selanik kalesi görmeye değer iki tarihi eser. Yüzyıl önce bir Türkmen şehri olan Selanik bugün katıksız bir Rum kenti olmuş, Manastır gibi.

Manastır demişken, ilginç bir tespitimi de paylaşmak isterim. Samsun’da 2014 yılında tanıştığım Fesli Emmi dedikleri yaşlı bir vatandaşımız, Grebne’den mübadil olarak geldiklerini, akrabalarının Tekirdağ’ın Çorlusunda kaldığını anlatmıştı.

Grebne, Kozana ve Cuması, Manastırın güneyindeki köyler. Osmanlı’da Manastır Vilayetinin Serfiçe Sancağını oluştururlardı. Bunların özelliği Türk olmayıp Türkçe de bilmeyen; Rumca konuşan, Rum kökenli Müslümanlar olmaları. Şimdi buradaki köylerde az sayıda Rumca konuşan Müslüman nüfus bulunuyor. Fakat bu Müslüman Rumlar Mübadeleye konu olmuşlar. Çünkü Rum oldukları halde Osmanlı için Türklerle birlikte savaştılar. O nedenle Onlara, Latince “Patriyotlar” denildi. Patriyot vatansever demek. Patriyotların eski vatanını dün, Yeni yurdunu bugün gördük. Şimdi mübadil patriyotların yeni kuşakları Rumca bilmiyormuş. Tekirdağ başta olmak üzere yerleştikleri Trakya’da halen Patriyot aileleri olarak tanınırlar. Misak-ı Milli’nin neden vatan sınırını belirlerken “Türklerin yaşadığı” demeyip “Ahalisi Arap olmayan Müslümanların yaşadığı topraklar” şeklinde tarif etmesi bu bilgilerle anlam buluyor.

Yola devam edelim…

Yemek için bizi yine Trakya’nın şirin Gümülcine’si pakladı. Komotini adıyla anıyor Yunanlılar. Her dükkan, neredeyse her insan Türkçe konuşuyor. Adım başı cami ve tatlı bir Trakya ağzı ile güzel Türkçeyi işitiyorsunuz. Bir Anadolu kasabasında ne varsa hepsi burada var. “Torku bulunur” ilginç duyurulardandı, büfe ve marketlerde.

Sanki, buraları mübadelede boşaltmayan Atatürk’ün Hatay gibi geri alma düşüncesi varmış gibi geliyor, duruma bakınca.

Trakya… Tatlı belamızdır bizim. Selanik Ordusu, nam-ı diğer Hürriyet Ordusu buralardan gelip imparatorluğun yıkılışını başlattı.

Hürriyet nasıl bir tutku ki 5 asır sonra bile imparatorluğun kubbesinde dalgalanan hürriyet çığlıkları Ohri’den, Manastır’dan, Selanik’ten gelmiş yine. Keşke o sefer de sesleri kendilerinin olsaydı bu can yiğitlerin. Hürriyet değil mesele. Dramımız: bizden cesetlerde başka ruhların olmasıydı. Zaten İttihat ve Meşrutiyet kadar Cumhuriyet de bir ‘Urumeli rüyası’ ve Trakyalıların eseri.

Osmanlı’yı, at sırtında kaba güçle toprak işgal eden göçebe cahiller diye gösterenler kör değilse hain olmalı. Buralarda gezerken Rumeli Fetih güzergâhını görme, tespit etme imkanı oldu. Bu yol, tarihi ‘Roma Yolu’ olan “Via Egnetia’dır! Bu bir tesadüf olamaz.

Kendisinden 16 asır öncede kalmış bir yolu bilmek kimin harcıdır! Şimdilerde ‘know how’ denilen bu bilgi ve kültüre sahip olanlar elbette üstün olacaktır! Via Egnetia, Roma’nın iki başını; Konstantinopolis’i Roma’ya bağlayan İpsala üzerinden –şimdi sadece şanlı kebapçı adı olarak Anadolu’da tabelaları görülen/ Edessa ve Florina üzerinden Arda Nehri boyu Adriyatik’e uzanır. “Arda boylarında canlar bıraktım” türküsü bu tarihi yolun fethe açılışının yansımasıdır aslında.

Egemenliği böyle bir ulaşım eksenine yaslarsanız, Roma’ya açılan kapıya girdiniz demektir. Sicilya’ya böylece burnunu uzatan Türklerden Vatikan boşa korkmamış! “Arda boyları” türkülerimiz ve Arda isimli yavrularımız dedelerinin kızıl elmanın yolu yaptığı Via Egnetia ile irtibatlarını bugün bilir mi acaba?

Balkan seyahatimiz Makedonya’ya doğru Batı Trakya ile başladı, Makedonya üzerinden Batı Trakya’nın kalan yerleri ile bitiyor. “Çıkayım gideyim Urumeline/ Arz-ı hal vereyim Beylerbeyi’ne” deyip yol alınacak bir coğrafyamız burası.

Batı Trakya, tarihimizin laboratuvarı. Gümülcine’si, Manastır’ı, Selanik’iyle kan ve barut, ihanet ve entrika, sadakat ve kahramanlık, edebiyat ve fikir çekişmeleri, dernekler, öğrenci ve subay hareketleri, komitacılık, darbecilik, milliyetçilik ve batıcılık… demek. Tarihimizin bir çipe işlenmiş hali sanki bu küçük coğrafya. Burası yoksa, yakın tarihimiz de yok, hatta Sabatay Sevi üzerinden Selanik etkisi üzerinden yorumlarsak: Bugünkü dünya bile yok olur. Hiç de öyle önemli yerlermiş gibi durmuyor şimdi. Alelade, alakasız, kabuğunun içinde bir coğrafya.

Tarih, üç asır birlik sağlayamayan toplumların eriyerek veya ezilerek yok olup silindiğini anlatıyor. Trak’ların öyküsü de öyle: 300’de dağıldılar, 600’de yok oldular. Trakya, ‘Trak’ların ülkesi demek. Traklar M.Ö. binli yıllarda İskit Türkleri ile beraber bu topraklara yerleşmişler. Yazısı olmayan, medeniyet ve birlik kuramayan bu topluluk birlik de sağlayamayınca yaşamlarını tarih zamanla silmiş. İsimleriyle anılan topraklarda bile onlardan haberi olanlar neredeyse yok artık. Sözü kendimize getireceğim: Balkanlardaki Müslüman ve Türk varlığı tarihinin son yüzyılına girerken Arnavutluk, Bosna ve Kosova Müslümanları kalıcı olma şansını yakaladı. Teker, şükür ki tersine döndü. Darısı, gerisine.

Batı Trakya’da milattan önce İskit Türklerinin başlattığı iskan, 4. Yy.da Hun, Avar, Peçenek ve Kuman Türklerinin yerleşmesiyle sürdü. 15. Yy. ile birlikte, iki yüzyıldır sürmekte olan Fener Patrikhanesinin Slavizm politikası sonuç verdi; bölge halkı Slav kimliğine büründü. Germen ve Grek olan bu Hristiyan bölge halkı, Osmanlı akıncılarına yardım eden bu kadim Türk unsurlara toptan “Pomak” adını verdi. “Pomağa”, Slav dilinde “Yardım eden” demek. Yani, kibarca “İşbirlikçi” demişler bizmkilere. Nüfusa oranları yüzde 50’nin altına hiç düşmemiş olan Pomakların yardımlarıyla geriden gelen Haçlı desteklere rağmen Osmanlı bu bölgeleri zorlanmadan alabilmiş. Bugün iki bin yıllık tarihin nüfusça en düşük Türk nüfus oranları var bölgede.

Edirne Lala Şahin’le, Gümilcine Evronos Bey’le, Dimetoka I. Murat’la anılsa da bu fethin arkasında Osmanlı’nın istimalet(gönül alma) siyaseti ile birlikte serdengeçti alperenlerinin sade ve samimi bir tasavvuf teknesinde yunmuş gönüllerinin kılıca hükmedişi ile Bizans’ın köhne düzeni ve peyderpey yerleşen bu Türk unsurların nüfus birikiminin de büyük etkisi olmuştur. Bu yönüyle bakınca Osmanlı’nın Anadolu’dan gönderdiği Türkmenlerin iskanının, Türkleşme değil daha çok İslamlaşma amaçlı olduğu daha iyi anlaşılabilir.

Ohri’yi, Üsküp’ü, Manastır’ı, Edirne ve Kırklareli’yle birlikte Bulgaristan’a Ayastefanos’ta verenler, Edirne’den geçmedi de Ohri’den, Manastır’dan niye geçtiler? Niye vaz geçsinler? Nitekim Batı Trakya Osmanlı’ya yeniden verilmişti. Sebep, önce Rodop Türk Mukavemet Hareketinin, sonra Trakya Müdafaa Hukuk Hareketinin mücadeleleriydi. Arda nehri Güneyi Osmanlı’nın her bakımdan hakkıyken, zulümlere bırakıldı bu kıymetler. Direndiler. Devletler kurdular. Ama tutunamadılar. Arkaları boştu, Haçlı azmanların kucağında yapayalnızdılar. Göçler, ölümler, kıyımlar, zulümler… Sanki tarih bir gel-git şeklinde işliyordu ve ‘gel’ bitmiş, ‘git’ başlamıştı.

Şimdi, sanki ‘gel’ diyor tarih yeniden.

Tarih çağırdı mı, duramazsın. Kaderin demektir o.

“Tarihin başı döndü, kuruldu yine Babil, / Kulelerin başında her yürek bir ebabil..”

Trakya renkli topraklar. Biz buraları çok sevdik. Yunanistan’da bize alışık bir halk olduğunu fark ettik. Yadırganmıyoruz.

Ancak yolculara uyarı: AB’ye alındığından ötürü Yunanistan pahalı. Bütün Balkan gezimizde yol için 46 Euro ödemenin 22’si Yunanistan’da, geriye kalanı diğer 7 ülkede…

Makedonya’da her 10 km’de bir yol parası ödüyorsunuz. İnsan, heykeller için düşündüğünü düşünüyor ve “görmemişin bir yolu olmuş…” demeden edemiyor. Üstelik 1 Euro veriyorsunuz bir sürü kağıt Denar veriyorlar. Hele Sırbistan’da! 2 Euro verdim, bir tomar para üstü verdi görevli.

Yakıt ve her şey için Makedonya ve Bosna en ucuz, en güvenilir ve en kalitelinin birleştiği yerler.

Yolculuğumuzun sonu geldi. Bugün artık yurda giriş yapacağız. Hedefimiz Yavuz Selim Köprüsü üzerinden İstanbul’u trafiğini görmeden aşarak Sapanca’ya kadar ulaşıp, orada konaklamak.

Ankara’ya yol böylece kolaylaşmış olacak.

Yolculuğun sonunda başta Makedonyalı Mustafa ailesi olmak üzere Karadağ’da Ergin Beye, Bosna’da Misim Bey, kızı Agnesa, oğlu Alban ve diğer aile fertlerine, Cevad ve Raif Bey’e, Sırbistan’da Hiseni ailesine adını zikredemediğim tüm dost ve tanışları tekraren anıyor, teşekkürle yad ediyorum.

Heyecanlarımı, düşünce ve izlenimlerimi paylaştığım seyahat notlarım ile meşgul ettiğim dostların, hoşgörüsünü umuyorum. İnanın benim için de cep telefonundan, araç kullanarak, gezerek, ziyaret edek süren yoğun gündelik program içinde zor oldu. Ama severek yaptım.

Sürç-ü lisan eyledimse, affola.

ROMANLARDA TEHCİRİN YOLCULUĞU

  • 1.3Bin Görüntülenme Sayısı

Cumhuriyetçiler ve Demokratlar

  • 1.1Bin Görüntülenme Sayısı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hakkımda
Hakkımda
Merhaba. Bu sayfalarda birlikte olmaktan son derece mutluyum. Hoş geldiniz. Hayat yolundayız. Her birimiz ayrı bir mecradan, farklı bir maceradan geliyoruz...

Site Toplam Ziyaretçi: 1183105

Son Yüklenenler

Paylaşımlarımdan Haberdar Olmak İster misiniz?